Finans merkezi olmak ve dış siyaset

Çetin Ünsalan Yazar ulusalkanaliletisim@gmail.com

Türkiye’de ekonomi yönetiminin son dönemde diline pelesenk ettiği konu İstanbul’un uluslararası bir finans merkezi olması.

Nitekim geçtiğimiz günlerde de oluşturulacak merkezin, destekleyici kurumlarla birlikte binalarının temeli atıldı.

Ülkemizdeki finans kalitesi ve gücü bunu ne kadar destekliyor ayrı bir tartışma konusu ama, böylesi bir yapılanmanın dış siyasetle direkt ilgili olduğunu görmek gerekiyor. Yani sadece bir bina ile bu işi çözebiliyor olmanız mümkün değil.

Öncelikle Türkiye’de iktidar bunu neden hedefliyor? Bu sorunun yanıtı birçok suali ve çelişkiyi de beraberinde getiriyor. Günümüzde en önemli finans merkezlerini Londra ve New York oluşturuyor. Bunları Singapur, Hong Kong ve Tokyo izliyor.

Z/yen küresel araştırma şirketi bu konuda yılda iki kez anket düzenliyor ve listenin belirlenmesinde de önemli bir veri olarak kabul ediliyor. Bu şirketin 2016 Mart ayında yayınladığı anketin sonuçlarına göre İstanbul 45. sırada…

Mevcut merkezlerin etkisini yitirdiği ve alternatiflerin öne çıkacağı gerçeği zaten gözle görülüyor. İşte Türkiye bunun üzerinden bir ülke hikâyesi yazma peşine düştü. Ama ne yapacak da çok yüksek adımlarla geçtim birinci olmayı, ilk 10 arasına girecek?

Çünkü bu konudaki uzman görüşlerine baktığınızda Varşova’nın şansı dahi bizden yüksek gözüküyor. O halde aranan özelliklere göz atalım. Bina, ofis altyapısı, insan kaynağı, şehirleri ranta kurban ederek elinizden geleni tüm yan tesirlerine rağmen yapabileceğinizi düşünelim.

Ama bunlardan da önemli olan, iş ortamı ve finans sektörünün gelişimi koşulları… Yine bu konuda açıklanmış makalelere ve raporlara baktığınızda iş ortamından kast edilen siyasi istikrar, hukuk devleti prensipleri. Vergiler, maliyetler, mevzuat ve makroekonomik ortam önemli belirleyici.

Peki Türkiye bu özellikler adına ne vaat ediyor? Finans sektörünün gelişimine göz attığınızda ise ticaretin hacminin, hızının, sermayenin hazır bulunması gibi etkenlerin öne çıktığını görüyorsunuz. Öncelikle her iki madde de tercihlerimiz ne olursa olsun, sağlıklı bir görüntü vermediğimiz açık.

Yani tasarruf yapamayan yapımız, finansa şiddetli ihtiyacımız, büyük pozisyon açıklarımız, nakit rezervlerimizin çıkan hızlı bir para hareketini dahi yönetmekten aciz boyutlarda olması, hiçbir şirketin siyasi erk ve kurumlar karşısında hukuki güvencesinin bulunmaması zaten her şeyi yeterince anlatıyor.

Fakat hepsini bir kenara koyup, İstanbul’u finans merkezi yapabilmek için ne taahhüt etmek zorunda kaldığımızı görmek zorundayız. Sayılan tüm kriterler finansçıların güvenliğini temin etmek üzerine kurulu.

Yani bu iddia ile ortaya çıkıyorsanız, bugün ağırlıklı olarak batıda yer alan finans gücünü karşınıza alacak politikalar geliştiremezsiniz. IMF, kredi derecelendirme kuruluşları gibi noktalarla kavga edemezsiniz. NATO’dan çıkamazsınız. ‘Faiz lobisi’ gibi sözler sarf edemezsiniz. Çünkü taahhütlerinizde, onların çıkarlarını esas almak durumundasınız.

Kumar ekonomisinden vazgeçip, üretim ekonomisine geçemezsiniz. Çünkü finans kesimi parasına en çok kârı bekleyen ve zamana yayılmayan hamleler talebiyle önünüze gelecektir. Sizin sosyal politikalarınız, ülke çıkarlarınız onları pek ilgilendirmez.

Bunun tersine bir sistem kurmak istiyorsanız da, yani dayatmacı olacaksanız, dünyanın dominant ekonomilerinden biri olmanız, paranızın rezerv para olarak dünya ekonomisinde etken olması gerekir.

Türkiye’nin bu özelliklerin hiçbiri barındırmadığı ve şirketlerinden bankalarına, vatandaşından kamusuna kadar finansa şiddetle ihtiyaç duyduğuna, kendi tasarruflarını da arttırmadığına göre durumu nedir?

Elde ne var ne yok satarsınız; imtiyazlar dağıtırsınız, istenen tüm dış politik hamlelerde bu çevrelerin arzularına göre hareket edersiniz ve geçici bir süre para akışını sağlar, ama asla bir finans merkezi olamazsınız.

Peki dış siyasete ilişkin koşullar ne? Türkiye dünyada gelecekte kimlerin söz sahibi olacağının bölgemiz üzerinden yaptığı bir mücadelenin tam ortasında ve tercihleri ile ilgili gitgeller yaşıyor.

Şimdi tüm bu gerçekler ışığında soruyorum. Türkiye geleceğin ekonomilerinin şekillendiği coğrafya ile yakınlık mı kuracak? Rusya başta olmak üzere komşularıyla ortak stratejiler mi geliştirecek, yoksa var olmayan özellikleri ışığında taahhütlerde bulunarak finans merkezi olmaya oynayıp, geleneksel gücün yanında mı yer alacak?

Dünyada safların yeniden şekillendiği bir süreçte, geleneksel finans merkezlerine alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan Türkiye, Rusya ile flörtünün aslında bir oyun olduğunu mu gösteriyor; yoksa finans merkezi olma masalıyla başkanlık sistemine geçişin yolunu mu yapıyor? Çok net bir soru ve asıl bunun tartışılması gerekiyor.

Zira bugünkü gibi iplerin gerildiği, mücadelenin şiddetinin arttığı, kutupların keskinleştiği bir süreçte ikisine birden oynayamazsınız. Daha kötüsü şark kurnazlığı yapıyorsanız, ikisinin de dışında kalır ve nitelikli bir ülke olmayı terk edip, belki de özellikleriyle oluşturulacak üçüncü bir dünya kutbunun aktörü olma şansını yitirirsiniz.

Demek ki neymiş? Sloganla bu işler olmuyormuş. Kurtarılmış, tam bağımsızlığı esas alan, ama uluslararası arenada söz sahibi olan bir Türkiye kurmak istiyorsanız, önce şeffaf olacak ve kendi insanınıza doğruyu söyleyeceksiniz.

Dış dünya mı? Emin olun onlar; kendi insanınızdan daha çok açmazlarınızın farkında ve bu kafayla gidersek, kedi fareyle oynar gibi bizimle oynamaya devam edecekler. Finans merkezi olmayı konuşuyorsanız; dış siyasetinizin tercihiniz ne olursa olsun net olması gerekiyor. Elbette sonuçlarına katlanarak…

Çetin Ünsalan

ulusalkanal.com.tr

Tüm yazılarını göster