Tayfun Budak'tan ifade açıklaması: 2013'te başlayan serüven

Ulusal Kanal programcılarından Gülgûn Feyman Budak'ın eşi Dr. Tayfun Budak, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde verdiği ifadeyle ilgili bir yazı kaleme aldı

Tayfun Budak'tan ifade açıklaması: 2013'te başlayan serüven

Ulusal Kanal programcılarından Gülgûn Feyman Budak'ın eşi Dr. Tayfun Budak, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde verdiği ifadeyle ilgili bir yazı kaleme aldı.

Tayfun Budak, şöyle yazdı:

"BİR DOKTOR “GAZETECİNİN” 5 YILLIK “YENİ TÜRKİYE” SERÜVENİ

Polisin telefonu uykumu açtı

Gün boyu çok çalışıp yorulmuştum. Uykuluydu gözlerim. 30 Temmuz 2019 akşamüstü Mahmutbey gişelerini Bahçeşehir yönünde henüz geçmiştim ki telefonum çaldı. Arayan genç ses şöyle söylüyordu:

-“İyi günler Tayfun Budak’la mı görüşüyorum?”

-“Evet, buyurun.”

-“İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nden arıyorum. Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hakkınızda yürüttüğü bir soruşturma kapsamında ifade vermeye çağırılıyorsunuz.”

‘Ben polisim’ diyerek vatandaşı dolandıranlara karşı halkı uyarmak için Emniyet’ten gönderilen SMS mesajları ve televizyon yayınları aklıma gelince tam küfrü basıyordum ki karşımdaki genç ses şunları söyledi:

-“İfade vermek üzere yarın Vatan Caddesi binamıza bir avukat eşliğinde gelmenizi öneriyorum zira avukat da gelirse işlemleriniz hızlı olur, yoksa işiniz uzar.”

İş ciddiydi… Avukat götürmekle ilgili neyi kastettiğini daha sonra bir dostuma sorduğumda öğrendim. O şubede ifade her durumda avukat eşliğinde veriliyor ve şahsın avukatı yoksa da bu kez polis tarafından Baro’dan avukat talep ediliyordu. Bu da avukatın gelmesini beklemek ve işin çok uzaması demekti.

Vereceği cevabı bildiğim halde yine de neden soruşturulduğumu sordum ve beklediğim yanıt geldi.

-“Gizli bilgi, buraya gelince öğreneceksiniz.”

-“Peki o zaman yarın saat 10:00’da geliyorum, sizi nerede ve nasıl bulacağım?”

Bana gideceğim bloğun adını, kaçıncı katta olduğunu ve dahili telefon numarasını söyledikten sonra telefonu kapattık.

Gazetecilik hevesim yüzünden daha önce değişik karakollara gidip ifadeler verdiğim için bu duruma alışık olsam da bu kez ‘Terörle Mücadele Şubesi’ ismi ve avukatla gitmemin önerilmesinden ötürü kendimi biraz huzursuz hissettiğimi ifade etmeliyim.

***

2013’te başlayan serüven

Aslında her şey 2013 yılında başlamıştı. Mesleki faaliyetlerimi İstanbul’da bir özel hastanede ve muayenehanemde çalışmak suretiyle iki bacaklı olarak sürdürüyordum. Türk televizyon dünyasının hatta televizyon tarihimizin çok önemli ismi olan eşim Gülgûn Feyman Budak’la da geniş dost ve arkadaş çevremizle paylaştığımız son derece keyifli bir hayat yaşıyorduk.

Memleketim olan Antalya’da ikamet eden, işi gücü ünvanı yerinde olan bir akrabam cenaze töreni münasebetiyle gittiğimiz Antalya’dayken Gülgûn’a şöyle bir teklif getirmişti.

-“Gülgûn, ben bu Tayfun’a yıllardır gel Antalya’ya toprağına yerleş, burada beraber çok güzel işler yaparız diyorum ama o yıllardır beni reddediyor İstanbul’dan ayrılmak istemiyor. Bak ben şimdi birkaç arkadaşla ortak bir televizyon kanalına hükmediyorum. Gel bu televizyon kanalının başına sen geç, bu sayede Tayfun’la gelin Antalya’ya yerleşin, ona da iyi bir hastanede iş bulalım ve gürültü patırtıdan uzak, beraberce keyifli, huzurlu bir hayat yaşayın. Güç ve enerjimizi birleştirerek ileriye beraber bakalım…”

Çok güzel bir fikir gibi görünüyordu…

Az sonra bu hikâyeye döneceğiz…

***

Aynaya baksa kendisinden kusacak

Günümüzün medya organlarını, televizyon kanallarını biliyorsunuz. Halka ait, objektif ve korkusuz bir yayın organı yok denecek kadar az. Her televizyonun ve neredeyse her televizyon çalışanı ve köşe yazarının, özellikle de ekran yüzlerinin bir “sahibi” var. Bunlar isteyerek de olsa istemeyerek de, köle gibi patronun iradesine boyun eğerek çalışıyorlar. Patronun ağzından konuşuyor, gerçekleri patronlarının çıkarına göre eğip büküyor ve bazen de patronlarının yerine çemkiriyorlar sağa sola ağızlarından köpükler saçarak… Bu pozisyonlarını öylesine içselleştirmişler ki bir gün aynaya bakacak olsalar kendi yansımalarından “kusacaklar” farkında değiller!.. Bu insan görünüşündeki “medyatik medyacıların” patronlarının da artık aynaya bakmayı çoktan unutmuş olan siyasi patronları var tabii…

Sanırım kabak gibi ortada duran bu gerçeğe itirazı olan çıkmayacaktır.

Vatandaşlar, “Gülgûn Hanım nerelerdesiniz, sizi izleyemiyoruz, artık ekranlara çıkmıyor musunuz?” diye soruyorlar Gülgûn’la gittiğimiz çoğu yerde. O da İbrahim Tatlıses gibi yanıtlıyor ne yapsın, “Urfa’da Oxford vardı da mı biz okumadık?”

Evet… Nerede çalışsın Gülgûn? Söyleyin, her platformda yer alabilen, her vatandaşa ulaşabilecek ve sahibi tarafsız olup namuslu yayıncılık yapan hangi kanal var canım Türkiyem’de?

3-5 tane namuslu kanal var biliyorsunuz ve onlar da maalesef çok zor koşullarda, parasız pulsuz, adeta Vatan-Millet-Sakarya kafasıyla çok kısıtlı platformlarda ulaşabiliyorlar izleyiciye. Neredeyse sıfır reklam kapasitesiyle çalışıyorlar çünkü reklam verenlerin de ödünü kopartan bir yönetim biçimi hüküm sürüyor canım Türkiyem’de…

İşte Gülgûn da bunların içinde gerçekten halka ait olan ve izleyenlerin gönüllü hisse alarak oluşturdukları ve sürekli cansuyu vererek yaşatabildikleri bir kanal olan Ulusal Kanal’da ancak ulaşabiliyor canım Türkiyem’e…

Dostumuz işadamı sevgili Yılmaz Ulusoy bir keresinde bana aynen şöyle söyledi:

-“Eğer senin karın memleketin medyası bu haldeyken ölecek olursa Türkiye Cumhuriyeti’nden çok alacaklı olarak gidecek. Zira yeteneği, birikimi ve örnek oluşturacak bir sürü niteliği ile mesleğinin zirvesinde ancak maalesef geniş kitlelere ulaşamıyor ve bu yetenek, birikim ve nitelik geniş kitlelere ve yeni kuşaklara aktarılamayarak telef oluyor.”

Elbette Gülgûn sadece bir örnek. Birçoğu çok yakın dostumuz, arkadaşımız, kardeşimiz olan onlarca parlak basın mensubu ve yazar iktidarın yarattığı canavar medya yapılanması yüzünden geniş kitlelere özgürce ulaşamıyor… Telef oluyorlar aslında ve yazık oluyor canım Türkiyemiz’e…

Dönelim hikayemize…

***

Hadi gidelim senin memleketine

Bu ruh halini yaşayan ve işi konusunda açmaz içinde bulunan sevgili eşim kendisine bu teklif yapılınca bana dedi ki:

-“Gel Tayfun biz bu Antalya’ya yerleşelim, üstelik de senin memleketin, Türkiye’nin en güzel kenti, İstanbul’un hayından huyundan, gürültüsünden patırtısından uzak keyifle yaşarız…”

Yaptık biz bu işi…

Kapattım muayenehaneyi, İstanbul’daki hastanemden de ayrıldım… Yıllar içinde tedavi edip büyük bir aile gibi olduğum hastalarımla da arzu ediyorlarsa bir başka meslektaşıma emanet etme seçeneğini sunarak vedalaştım.

Arkadaşlarımız, dostlarımız ve anılarımız da İstanbul’da kaldı, çocuklarımız da… Ve biz tatil anne-babası olmaya doğru yola çıktık, arkamızda yarım asrı aşkın anılar bırakarak… Tarih Şubat 2013 idi…

Güzel bir eve taşındık, güzel dostlar edindik… Antalya’ya gidince yıllar içinde seyrek görüştüğüm akrabalarımla daha sık görüşür ve ilişkilerimizi iyice sıklaştırırız sanıyordum… Maalesef bunun olmadığını gördüm… Anladım ki biz İstanbul’dayken de onlar sürekli bir arada ve güç birliği halinde değillermiş meğer… Herkes kendi işini gücünü kovalıyordu, kendi derdindeydi…

Sonra, belki de ilk ay bile dolmadan Gülgûn’un huzursuzlukları başladı çalıştığı kanalda. Sadece akşam 18:00’de yarım saat haber sunması isteniyor, parası düzenli ve tam olarak veriliyor ve başka hiçbir şeye karıştırılmıyordu. Kanalın başında kifayetsiz muhteris bir idareci vardı. Sanırım resmî görünürde bütün idare kendisinde olduğu için birisi benim akrabam olan patronlarını da hop oturtup hop kaldırıyor, kafasına göre idare ediyordu. İstanbul’dan gelip Antalya’da racon kesmeye çalışan, beceriksiz, ancak dört dörtlük taşra televizyoncusu olmayı becermiş, çeşitli kurumlardan aldığı kırık dökük paralarla onların taraflı haberlerini yapan, para bitince de yeniden yakalarına para versinler diye yapışan, niteliksiz ve aynaya hayatı boyunca bakmayı becerememiş birisi vardı. Gülgûn’un haber sunmasını bile istemiyordu. Rakip istemiyordu. Küçük ve kazançlı taşra kanalı olmak yetiyordu ona, kazanıyordu…

Oysa Gülgûn bu işin mutfağını, haber kovalamayı, hazırlamayı ve yazmayı da çok iyi bilen birisiydi ve bu çalışma koşullarında gördüğü milyonlarca yanlışı bir türlü düzeltmesi mümkün olmuyordu. İşten her gün sinir küpü olarak geliyor, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Haberlerin içeriği için hayatında televizyon izleyicisi olmaktan başka hiç bir medya birikimi olmayan sosyal demokrat hayat felsefesine sahip emekli astsubay sevgili babam İstanbul’dan telefon açarak “siz oraya muhalefete muhalefet yapmaya mı gittiniz oğlum, bunlar ne biçim haberler?” diyordu… Haberlerin niteliğini gelin siz tahmin edin…

Bütün bu olumsuzluklar karşısında kanalın “sözde” büyük patronları, “acele etmeyin, düzelecek bu durum” ifadeleriyle sürekli sorunları öteliyordu.

Bu arada benim işim doktorluk ve hastalarımla ilişkilerim de her zaman olumlu olduğu, benim işimin teknik tarafına asla siyaset bulaşmadığı için kendi adıma büyük şikâyetlerim yoktu. Yürüyordu doktorluk… İstanbul’dakilerin aksine iyi bir yönetimi vardı hastanenin ve ben mutluydum işimden…

Ama biz mutsuzduk…

Nihayet 2013 Mayıs’ına geldik… Gezi süreci başlamıştı. Ben bir başka akrabamın ofisinde televizyon izliyor, Gülgûn’un haber okumasını bekliyordum… Gezi’nin en ateşli ilk günlerindendi… Haber saati başladı… Gülgûn önüne konan haber bültenine bir baktı ve ben o anda olacakları anladım… Gözlerindeki ateş ekrana yansıyordu… Haber metni Gezicileri çapulcu olarak niteleyen bir mantıkla yazılmıştı. Apaçık bir penguen kanalıydı Gülgûn’un kanalı… Ve Gülgûn önündeki metni kapatıp 2-3 dakika doğaçlama ve kendi aklına-gönlüne göre haber okuduktan sonra büyük bir sinirle yayını da, televizyonu da terk etti… Hiddetli tweet’lerle bu durumu ve sebeplerini takipçileriyle de paylaştı. Aylardır uyarmamıza rağmen kılını kıpırdatmayan veya kıpırdatamayan benim akrabam da kanaldakiler tarafından durum kendisine iletilince beni arayarak “aman Gülgûn’a söyle, attığı tweet’leri silsin, bize maddi olarak çok zarar verecek” diyordu. Oysa biz onu aylarca bu sonuca doğru gittiğimizi söyleyerek uyarmıştık. Telefonda bunun beklenen bir sonuç olduğunu, her defasında “tamam Tayfun’cuğum şöyle bir çözümüm var halledeceğim” dediği halde hiçbir şey yapmadığını ona hatırlattığımda bana söylediği “Sana mı diycem” (Bu biraz da Antalya usulü bir laf herhalde, yani sana mı hesap vereceğim gibi bir şey) lafından sonra o akrabam benim için ebediyen bitti…

İsterse halkalarıyla beraber Satürn’ün sahibi olsun artık…

***

Bitmişti

Bitmişti… 3 ayda her şey bitmişti. O anda benim için Antalya bitmiş, kanalın “sözde sahibi” ile akrabalık ilişkim bitmiş ve yerine büyük bir hayal kırıklığı hâkim olmuştu.

Ama o kadar da kolay bitmiyor…

2 köpekle gittiğiniz Antalya’dan hiç ayrılmayacağınızı düşünmüşsünüz… Taşındığınız ev de müsait olduğu için doğan yavrulardan bazılarına bakmaya karar vermiş ve dışarıdan bazı köpecikleri de hayatını kurtarmak amacıyla sahiplenerek ‘köpek hane halkı’ sayısını 6’ya çıkarmışsınız… Yıllar içinde 2 TIR dolusu eşya biriktirmişsiniz… Bu arada hükûmet cenahı muayenehane yönetmeliğini de değiştirmiş ve yok kapısı bilmem kaç santimetre olacak, yok asansörü bilmem nasıl olacak, yok yangın merdiveni şöyle olacak diye yeni bir oyun kurmuş, yolunuzu tıkamış. Böyle bina kaç tane var Türkiye’de, kaç paraya alabilir veya kiralayabilirsiniz. Amaç belli, ‘doktorları muayenehane açmaktan yıldırıp özel hastane patronunun kucağına oturtmak…’ Sebeplerine hiç girmeyelim, şehir hastaneleri falan da dersek konu dağılır ve bu yazı hiç bitmez…

Bu arada büyük oğlum da Gezi sürecinde Vatan Caddesinde 4 gün ‘misafir’ edilmez mi!.. Haydee taşındık mı Vatan caddesine… Kaldırım kafelerde otur, bekle de bekle… Olumsuzluklar tren katarı gibi yani… Ve düşünün ki sülalenizin ortasında yalnızsınız. Oysa İstanbul’da sülalenizden kimse yoktu ama daha kalabalıktınız… Düşün düşünebildiğin kadar Tayfun, iyi düşün!..

Birkaç ay böyle geçti, ne yapacağımızı bilemedik, biz de mangal yaptık bahçede…

***

Gazeteci oluyorum

O sıralarda internet haberciliği yapan ve aslında bedava bir haber yazılımı ile yüzbinlerce, bazen milyonu aşan tıklara ulaşan haberartıtürk sitesi dikkatimi çekmişti. Sitenin sahibi ve müstear adı Cuma Hikmet olan bu şahısla sosyal medyadan önce takip edip sonra direkt mesaj atarak temas kurdum. Antalya’da bir kafede buluştuk, tanıştık, eski ÖDP tabanlı siyasi görüşte, modern, kafası çalışan bir adamdı. Editörlerinin bazılarını tanımıyordu bile, internette ilgi çeken bir site olduğu için Türkiye’nin birçok kentinden çok sayıda genç, editör olmak için kendisine mesaj atarak yarışıyordu. O da bunlardan istediği bazı özgeçmiş, adres, telefon, fotoğraf gibi belgelerle bunları bila bedel işe alarak kendisine çok geniş bir kadro yaratmıştı. Haberler kaynak gösterilmek suretiyle çeşitli sitelerden alınıyor düzenlenip hızlıca haberartıtürk’e yerleştiriliyordu. Cuma da huninin ağzındaydı ve son kontrolü yaparak bu haberleri ve yazarların yazılarını tek tık ile yayına sokuyordu. Cuma, neredeyse bedavaya mal ettiği ve gerçekten dikkat çekici bir haber sitesi yaratmıştı. Sosyal medyayı, özellikle twitter ve facebook’u da tüm editörlerle birlikte çok iyi kullanarak çok geniş kitlelere sesini duyurabiliyordu. Buluştuğumuzda benim Gülgûn’un eşi olduğumu öğrenmesi onun gazetecilik iştahını kabartmıştı. Birlikte daha hızlı yürüyebilirdik. Benim de en büyük amacım Antalya’da işsiz ve boşta kalan Gülgûn’un kendisini ifade edebileceği bir mecrayı ona yaratmaktı. Cuma’ya yeni ve profesyonel bir haber yazılımı satın alarak gazetenin künyesinde imtiyaz sahibi olarak adımı yazdırdığım ve bunu da ortak bir şirket kuruluşu ile taçlandırdığımızda tarih 6 Aralık 2013 idi.

Biz Gülgûn’la ayrı ayrı gönüllerimizde İstanbul’a dönme hayali olduğu halde dönüş yolunu bir türlü bulamamıştık ve ben de önümdeki bu çözümle süreci idare edebileceğimizi düşünmüştüm. Henüz gazetecilik hakkında sıradan bir vatandaştan fazla bilgim de yoktu… Sitemizin genel yayın yönetmeni Cuma’ydı ve Gülgûn da özellikle özel haberlerle ilgilenecekti, ayrıca köşe yazıları da yazarak kendisini ifade edecek, takipçileriyle fikirlerini ve görüşlerini paylaşabilecekti.

Bu durum usta gazeteci yazar çok yakın dostumuz Ümit Zileli kardeşimizin Ulusal Kanal’da “Nasıl Yani programını gel seninle birlikte yapalım” diye Gülgûn’a teklif getirmesine kadar gayet güzel sürdü. İstanbul’a haftada bir giderek Ümit’le birlikte bu programı yapmaya başlayan Gülgûn nihayet hayat görüşüne uygun bir izleyici kitlesine hitap edebilme fırsatını yakalamıştı. Bilen bilir, Ulusal Kanal ve İşçi Partisi (o zamanki ismiyle, şimdiki Vatan Partisi) aynı binanın farklı katlarındadır. Gülgûn büyük bir hevesle Ulusal Kanal’ın komşusu İşçi Partisi’ne de üye oldu ve heyecanla bana bildirdi. Ben de bunu aynı heyecanla Cuma’ya söylediğimde Cuma’nın suratının birden düştüğünü gözledim. Aslında o zaman biraz kızmıştım Cuma’ya ama o haklıydı ve hem gazete sahibi olup hem de parti üyesi olmak basın tarafsızlığına gölge düşürecek bir durumdu. Ayrıca Cuma ÖDP çizgisinde bir duruştayken benim daha ulusalcı çizgide olmam da aramızda bazı fikir ayrılıklarına yol açıyordu. Aslında vatanseverliğinden zerrece şüphe etmediğim bu arkadaşımla anlaşamadığım bir başka şey de genel yayın yönetmeni olarak attığı flaş manşetlerden bazılarıydı. Mesela “Bu da Melih Gökçek’e kapak olsun” gibi… Ben böyle kapaklı mapaklı manşetlerin kalitemizi düşüreceğini düşünüyor ve karşı çıkıyordum.

Neyse, gazetecilik hoşuma gitmeye de başlamıştı ve kendime haberhabere.com diye bir portal ismi satın aldım. Cuma ile anlaştık ve 6 Aralık 2013 tarihinde limited şirket kurarak başlattığımız ortaklığımıza benim hisselerimi Antalya 11. Noteri huzurunda devretmem yoluyla 21 Şubat 2014 yılında aradan 3 ay bile geçmeden son verdik.

Sonra yalnız devam ettim yoluma ve ittire kaktıra sürdürüyorum 5 yıldır haberhabere’yi… Doktorlukla beraber zor gidiyor…

***

İstanbul’a dönüyoruz nihayet

Gülgûn para kazanamasa da sevdiği işi yapabileceği bir ortam yakalamıştı Ulusal Kanal’da. Sıra bendeydi. 40 yıllık arkadaşım ve meslektaşım sevgili Dr Oktay Turgay bir hastanede boş bir kadro olduğundan söz etti ve ben de gelip konuştum anlaştım hastaneyle. Şimdi işin sırası prosedürü başlatıp Antalya’daki hastane ve sağlık müdürlüğü bağlarını kopararak yeniden İstanbul’da işlemleri başlatmaktaydı. Yaptım bunu da ve aşağı yukarı 1 ay sürdü bütün bu işlemler. Bu 1 ay süresince bazen Gülgûn’un kızlarında, bazen benim kardeşimin evinde, bazen beraber, bazen ayrı evlerde çek-yat üzerlerinde geçirdik zamanı. Öyle ya, 2 TIR eşyayı ve 6 köpeği sığdıracak bir ev bulmak gerekiyordu İstanbul’da. Sonunda onu da bulduk… Köpeklerimiz kısa bir süre otelde kaldılar, biz nihayet ittire kaktıra taşındık ve işte sonunda İstanbul’daydık yeniden… Çek-yat’ta tutulan sırt kaslarımız iyileşecekti. Nihayet düzgün bir yatakta yatabilecektik yeniden… Babama şöyle söylemişim o sıralarda: “Eğer hepinizden önce ölecek olursam sakın beni Antalya’ya falan gömmeye kalkmayın, tabuttan çıkar İstanbul’a geri dönerim, cenazeme de istemediğim kimselerin gelmesine müsaade etmeyin yine kırar çıkarım o tabutu, ona göre!”, nasıl kızmışsam artık!..

Kolay değil 50’li yaşlardan sonra böyle bir macera ve hayatı sıfırlayıp tekrar başlamak… Aldatılmış hissetmek… Başınıza gelmediyse oturduğunuz yerden ahkâm kesmeyin çünkü gerçekten kolay değil… Maddi manevi kayıplarınızı karşılayabilecek hiçbir şey yok, çünkü satın alınamayan en önemli şeyi de kaybediyorsunuz böyle durumlarda, ‘zamanı’…

Neyse, Oktay’ın bulduğu hastanede çalışmaya başladım ve ben de oturdum bir hastane patronunun kucağına mecburen… Birkaç yıl içinde her şey değişmiş, değişen yönetmeliklerle birlikte hekimlerin köleliği prangaya doğu gitmişti… Kucak bana iyi gelmedi ve yeniden kaçtım serbest çalışma ortamına… Çalıştım, çalıştım, çalışıyorum… Eski hastalarıma da kavuştum yeniden… İyiyiz böyle…

***

Davete icabet

31 Temmuz sabahı erkenden kalktım, traş oldum, giyindim ve akşamdan anlaşmış olduğum avukat arkadaşımı aradım. Avukat Uğur Poyraz çok eskiden tanıdığım iyi bir arkadaşımdı ve her ihtiyaç duyulduğunda orada olmak onun meziyetiydi. Benim için de öyle oldu, tam saat 10:00’da Vatan Caddesinde emniyet binasında buluştuk Uğur’la. “Sana araba kullandırmayacağım” diyen sevgili ‘Aydın Satıcı’ kardeşim getirmişti beni arabasıyla. O da düğünlerden ziyade cenazelerin dostuydu ve kimin ihtiyacı varsa hep orada olurdu hayatı boyunca.

Aydın bizi dışarıda beklerken Terörle Mücadele Şubesi’ne biz Uğur’la beraber girdik binanın prosedürlerine uyarak… Gayet hızlı gelişti süreç, hiç bekletilmedik. Son derece nazik karşılandık ve duyduğumuz ilk söz, “hoşgeldiniz buyurun oturun lütfen” diye bize yer gösterilmesi oldu. Sonra memur isnat edilen suçu söyledi nihayet:

-“TCK 220/7 ‘de yer alan ‘örgüte üye olmamakla birlikte örgüte yardım etmek’ suçu”

-“Avukat Bey, Tayfun Bey’e etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanmak ve ifadesini bu yönde vermek isteyip istemediğini belirtmesi için açıklama yapmak üzere sizi yalnız bırakalım, anlatın kendisine” dediler ve bizi yalnız bıraktılar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken tam Uğur anlatmaya başlamıştı ki hemen polislere böyle bir şeyin anlatılmasına ihtiyacım yok, ben hiçbir suçu zaten kabul etmiyorum, sorularınızı sorun lütfen” dedim ve başladık…

Haberartıtürk’e ait twitter hesabından 18 Mart 2014 tarihinden 27 Kasım 2015 tarihine kadar olan süre içerisinde fuatavni içerikli yaklaşık 294 adet paylaşım yapılmış ve bazı fuatavni paylaşımları da haberartıtürk gazetesinde haberleştirilmişti.

İyi de ben Antalya 11. Noteri huzurunda zaten 24 Şubat 2014’te haberartıtürk gazetesi ile bütün ilişki ve sorumluluğumu resmen kesmiş ve hisselerimi devretmiştim. Bu olanların hepsi benden sonraki dönemi kapsıyordu. Yani ben ‘Bana ne’ durumundaydım… Yanımda getirdiğim klasörden ilgili noter belgesini memurlara vermemle benim oradaki işim çayımı içtikten sonra karşılıklı tutanakları imzalamamız ve bir kopyasının bana verilmesiyle bitmiş oldu. Son derece nazik başlayan süreç aynı nezaketle sona ermişti. Çıkmadan önce görevli memurlara şunu da söylemeden edemedim:

-“Bu bir gazetecilik refleksidir. Sanal bir kimlikten de gelse çok ciddi iddialar ileri sürülmüştür. Eğer benim dönemimde de olsaydı fuatavni sosyal medya hesabının bazı iddialarını ben de şöyle şöyle iddialar ileri sürüldü diye belirterek haberleştirirdim.”

Küçük oğlumla yaşıt, zımba gibi ve sevimli yüzlü bir memurun eşliğinde aynen girdiğimiz gibi çıktık şubeden.

Binanın dışındaki avlunun çıkışa yakın bölümünde bir sürü kamera, düzenle yerleştirilmiş kutuların ve paketlerin karşısında konuşlanmıştı. Yakından bakınca gördüm ki paketler seks performansı arttıran sahte kaçak ilaç ve krem gibi ürünlerden oluşuyordu. Memurlardan biri espri yaparak “abi lazımsa verelim bir kutu” deyince ben de ona bir kartvizit uzatıp verdim “Ürolog Operatör Doktor Tayfun Budak…” Yüksek sesle gülüştükten sonra ayrıldık.

İşte Terörle Mücadele Şubesindeki serüvenimizin aslı budur. Oradan çıktıktan sonra muayenehaneye koşup bu serüven yüzünden aksattığım işlerimi tamamladım, muayene ve müdahalelerimi yaptım, üstelik hastalarıma da anlattım aynen bu şekliyle…

Onlar da gülümsediler…

***

Gazeteciliği sevdim

Niye yalan söyleyeyim kendimi klonlama yeteneğim olsa bir klonuma gazetecilik yaptırırdım. Gazeteciliği sevdim. Özenli, tarafsız, doğru ve namuslu olurdum ve sanırım beni yakından tanıyanlarınızdan buna itiraz edecek kimse çıkmayacaktır. Kötü geçen Antalya macerası ve koşulları zorlayarak tanıştığım Cuma Hikmet bana haberhabere.com diye bir hobi kazandırmış oldu. Hobi diyorum, çünkü çoğu zaman latent durumda az oksijenle yaşamını sürdüren bir portal olmakla birlikte sigortam atarsa süreci hızlandırıp ulaştırmak istediğim mesajları her yöne yayabileceğim bir çıkış kapısı burası. Kendimi güvende hissettiriyor. Bilhassa son yıllarda…

Tabii bu arada bir durum tespitim daha var. Benim ‘aslında olmayan’ olayımdaki tarih 2014 yani tam 5 yıl önceye ait ve ben de azılı bir Atatürkçüyüm kimse kusura bakmasın!.. Acaba bana veya Cuma gibi bazı kimselere gelene kadar daha kolay yerde duran ve ele geçirilmesi gereken FETÖ’cü kalmadı mı? Bitti mi yani her yer? TBMM bitti mi? Aselsan, Havelsan bitti mi? Ordu temizlendi mi? Eğitim, diyanet ne durumda? İşadamlarının hepsi temiz mi? Bütün bu gelişmeler karşısında Sayın Bülent Arınç ne düşünüyor? FETÖ gitti de yerine başkaları gelmedi mi? Özellikle Sağlık Bakanlığı’na kimler hakim? Sordukça uzatmak mümkün soruları…

Atatürk’ümüzün "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır…" deyişini hatırlatarak 5 yılımızın hızlı özetini milyonlarca eksik kaldığını da bilerek sonlandırıyorum…"

ulusal.com.tr