İmparator Attila'ya Tarihin Dışından Bakmak

Emre Şenbabaoğlu

Emre Şenbabaoğlu

Köşe Yazısı

Mine G. Kırıkkanat 18 Temmuz 2021’de Cumhuriyet’te “Dıgıdık, dıgıdık, uygarlık...” diye bir yazı yazdı.[1] Kırıkkanat, yazısında Attila’nın “günümüz babalarının beslediği çapulcu çetelerinden birkaç kat daha fazla harami besleyen, büyücek bir mafya babası” olduğunu belirtiyor. Tarih kitaplarının Attila’nın bir Türk hakanı olduğunu yazması Kırıkkanat’ı rahatsız ediyor. Yazısında “Yasalar mı yazdırmıştır [Attila]? Kayıtlı kuyutlu, gelenekli görenekli devlet falan mı kurmaya çalışmıştır?” diye soruyor.

Batılıların Attila’yı “barbar” olarak gördüğünü belirten Kırıkkanat, Attila’nın Türk olmasından utanç duyuyor olmalı ki, şunları yazıyor:

“Zaten bizim ellerde doğan, yaşayan ve Orta Asya’daki etnik kökenlerle hiç ilgisi kalmayan Türklerin, niçin ve ısrarla ne kadar çekik gözlü Moğol, Hun vb. varsa hepsini atalarımız diye bağırlarına basmasını, yakıp yıkmaktan oluşan tarihlerine sahip çıkmasını, hatta övünmesini ve onun bunun malını iç etmekten oluşan cengâverlik becerileriyle böbürlenmesini asla anlayamadım”.

Kırıkkanat’a göre, Türk tarihi yakıp yıkmanın tarihi. Anadolu’da yaşayan Türklerin Orta Asya’daki Türklerle ilişkisi de kalmamış. Orta Asya Türkleri ona göre sadece birer etnik kökenden ibaret. Ne diye onlara sahip çıkıp, onlarla övünüyormuşuz ki? Geçmişini reddet gitsin! Ne Attila ile bağımız kalsın ne de Orta Asya ile. Böylece Attila’yı barbar olarak gören Batılılara da yaranmış oluruz.

Geçmişi reddetmek bu Batıcı sözde Atatürkçüler arasında bir alışkanlık haline gelmiş durumda. Atatürk’ü ve onun ilkelerini reddetmek onları tatmin etmiyor. Türk tarihini toptan reddedersek daha çağdaş ve demokratik bir ülke olacağımıza inanıyorlar.

Kırıkkanat’ın ortaya koyduğu düşünceler yeni değil. Batımerkezci tarihçiler, Batılı olmayan milletleri çoğu zaman “barbar” olarak nitelendirir. Aynı tarihçiler, Türkleri de “barbar”, “göçebe” ve “uygarlık”tan uzak bir millet olarak göstermeye çalışır. Bu tarihçiler Attila’yı da barbar, çeteci, psikopat, hatta “terörist” olarak görmüştür.[2] Bu fikirlerin ülkemizdeki Batıcı çevreler içinde de alıcısı olmuştur. Türkiye’deki Batıcı çevreler, kendi milletlerinin ne kadar “barbar”, “vahşi” ve “uygarlık” yoksunu bir millet olduğunu hep bu tarihçilerden öğrenmiştir.

Kırıkkanat, Batımerkezcilerin tarih tezlerini tekrar etmekten başka bir şey yapmıyor, barbarlık kavramının ideolojik işlevini göremiyor, devlet ve uygarlık kavramlarının sınıfsal kavramlar olduğunu bilmiyor. Açıkçası, Atatürk solcu değildi diyen Zülfü Livaneli ile Attila mafya lideriydi diyen Mine Kırıkkanat birbirlerini çok iyi tamamlıyor.

BATIMERKEZCİLİK, BARBARLIK VE BATI HUN İMPRATORLUĞU HAKKINDA YENİ BİLGİLER

Antik Yunan’da “uygar” polis şehir devletlerinin dışında kalmış olanlar, yani Yunan olmayan ve Yunanca konuşmayan herkes “barbar” olarak görülüyordu. Bu “uygar-barbar” ayrımı daha sonrasında Roma İmparatorluğu’na miras kalmıştır. Romalılar, Romalı olmayanları barbar olarak adlandırmıştır. Avrupamerkezci ideolojinin tarih yazımı, Batı’nın kültürel ve ahlaki bakımdan dünyanın geri kalanından daha üstün olduğunu iddia ederken ve Avrupalı ve Batılı olmayan milletleri “barbar” olarak nitelendirirken kökü Antik Yunan ve Roma’ya dayanan bu barbarlık kavramını temel almıştır.

Öte yandan, Batılı olmayan milletlerin “barbar” olduğuna dair bilgiler bugün Batı dünyası tarafından bile kabul görmüyor. İngiltere'deki Cambridge Üniversitesi tarafından yapılan yeni bir bilimsel araştırma, Hun İmparatorluğu ile ilgili tarihi bilgilerin yanlış olduğunu gösteriyor. BBC Türkçe’de 23 Mart 2017 tarihinde “Hun İmparatorluğu'yla ilgili tarihi bilgileri 'ters yüz eden' araştırma” başlığı ile verilen haber şöyle diyor:

“Cambridge Üniversitesi, Roma İmparatorluğu'nun bir dönemki sınır bölgesi olan Pannonia'daki (bugünkü Macaristan) mezar alanlarında yeni bir araştırma yürüttü.

Araştırmanın sonuçları bugün Plos One dergisinde yayımlandı.

Araştırma, bu bölgede yaşayan sıradan insanların Hunların gelişi sonrası hangi sorunları yaşamış olabileceğine odaklandı.

Yerel halkın beslenme ve mekânsal hareketliliğine dair bilgi edinmek için, mezarlardan çıkarılan diş ve kemiklerde biyokimyasal testler yapıldı.

Bu sonuçlar, bazı köylülerin yerlerinden ayrılarak bazı Hunlar gibi sürekli hareket halindeki sığır çobanları haline geldiklerini ve belki bazılarının da bazı aşiretlere katılıp silahlandığını ortaya koydu.

'Kültür savaşı değil işbirliği ve bir arada yaşam'

Yine sonuçlara göre bazı Hunlar da burada yerleşik hayat anlayışı ve tarımla uğraşmanın keyfiyle tanıştı. Bu nedenle de seyahat tutkularını ve büyük ihtimalle uyguladıkları şiddeti arkalarında bıraktılar.

Araştırmanın başındaki isim, Cambridge Üniversitesi Arkeoloji bölümünden Dr. Susanne Hakenbeck'e göre bu veriler, temelde şunu ortaya koyuyor: Hunlar, bölgedeki çiftçilerin ilgisini çeken bir hayat anlayışını buraya taşımış olabilir. Ve aynı zamanda onlardan bazı yenilikler öğrenmiş ve bu bölgeye kendileri de yerleşmiş olabilir.

Hakenbeck'e bu, Hunlarla ilgili bugüne kadar bilinen bazı bilgileri tamamen değiştirebilir:

“Roma İmparatorluğu'nun son yüzyılındaki anlatımlar şiddet sarsıntısı üzerine odaklanıyorken yeni verilerimiz, sınır bölgesindeki yaşayan insanlar arasında belli bir seviyede işbirliği ve bir arada yaşama durumunun olduğu izlenimini veriyor. Kültür savaşlarından çok uzak bir şekilde, hayat tarzları arasındaki değişimler, siyasi olarak istikrarsız zamanlardaki sigorta poliçesi olmuş olabilir ”.[3]

İlgili çalışmanın BBC Türkçe’de yer alan özeti böyle. Attila’nın istila ettiği yerlerde yerel halkla iyi bağlar kurmuş olabileceğini belirten araştırma, Avrupa’ya gelen Hunların yakıp yıkan, yok eden, öldüren, terör estiren, barbar insanlar olmadığını söylüyor. Çalışmanın sonuçları Batımerkezci ideolojinin Hun İmparatorluğu anlatısı ile çelişiyor. O dönemin tarihsel koşullarında başka bir ülkeyi istila ederken ve askeri güç kullanırken sert, kararlı ve disiplinli olmak gerekiyordu, ancak bu Hunların “barbar” ve “vahşi” olduğu anlamına gelmiyor.

Hun İmparatorluğu’nu bir “mafya imparatorluğu” olarak nitelendirmek ise tarihi gerçeklerin çok uzağında kalan gülünç bir iddia. Hakenbeck’in de belirttiği gibi Roma ve Hun İmparatorluğu arasındaki sınır bölgesinde yaşayan insanlar arasında bir işbirliği ve kültürel bir etkileşim yaşanmış. Bir mafya imparatorluğunun çatısı altında yaşayan insanlar farklı bir kültürle böyle bir etkileşimin içine girebilir miydi ya da farklı bir kültürle bir arada yaşayabilir miydi?

Kırıkkanat, Attila “haraç veren topluluklara dokunmayıp haraç vermeyi kabul etmeyen halkları yağmalamıştır” diyor. Yani Attila vergi verenlere dokunmuyor, vergi vermeyenleri hedef alıyor. O dönemin koşullarında bundan daha doğal ne olabilir ki? Örneğin Doğu Roma İmparatorluğu ile Hun İmparatorluğu arasında 434 yılında “Margus Barışı” olarak adlandırılan bir antlaşma imzalanıyor. Bu antlaşmanın maddeleri şunlar:

1- Esir edilmiş Romalılarla ve daha önce Roma’ya kaçmış olan birçokları ile birlikte, Hunlardan kaçanlar Roma hudutlarına kabul edilmeyecekler.

2- Bizans’a sığınan Hunlar derhal iade edilecek.

3- Evvelce Bizans’ın verdiği 300 altın libre vergi 700 libre altına çıkarılacak (50.500 solidus).

4- Bizans, Hunların dostu ile dost düşmanı ile düşman olacak.

5- Ticaret yapmak için eşit şatlarda bir araya gelinecek.

6- Romalılar ve Hunlar emniyet içerisinde olacaklar.

7- Yapılan antlaşma devamlı olacak ve bu antlaşmaya riayet edilecek.[4]

Antlaşmanın maddeleri o döneme göre oldukça ayrıntılı ve ilerici. Yapılan antlaşma basit bir haraç antlaşması değil, aksine ülkelerarası ilişkiler, vergi, ticaret ve güvenlik gibi konuları da kapsıyor. Peki İmparator Attila Kırıkkanat’ı mutlu etmek için ne yapmalıydı? Günümüzdeki gibi çağdaş ve demokratik bir Avrupa Birliği mi kurmalıydı? O dönemin tarihsel, ekonomik ve sosyal koşulları bunları gerektiriyordu.

Attila döneminde Hunlar tam olarak sınıflara bölünmemiş, sınıfsal anlamda bir “devlet” ortaya çıkmamıştı. Artı-ürüne sistemli bir şekilde el koyan, sınıfların belirgin bir hale geldiği bir “devlet” kavramı yoktu ve bir kabileler federasyonu söz konusuydu. Bu kabileler federasyonunda “atlı çoban” kültürü hakimdi. Doğu Perinçek, “Osmanlı'dan Bugüne Toplum ve Devlet: Sivil Toplumculuğun Eleştirisi” adlı kitabında atlı çoban kültürü hakkında şunları söylüyor:

“Göçebe kültürünün en yüksek aşaması olan atlı çoban kültürü, yerleşik tarımla uğraşan halklara göre, çok daha etkin bir dinamizmi, geniş bir coğrafyayı denetleme birikimini ve örgütleme yeteneğini de içinde barındırır. Bununla birlikte atlı çoban kültürüne sahip olan halklar, bu kültür çerçevesinde kaldıkları sürece, devlet kuruculuğu yönündeki örgütlenmelerini gelişmiş ve kalıcı devletlere dönüştürememişlerdir. Bu halklar yerleşik tarımla uğraşan halkların yaşadıkları coğrafyalara yaptıkları akınlar ve fetihler sonucu, devletler ve imparatorluklar kurdular”. [5]

Perinçek’in de belirttiği gibi atlı çoban kültürüne sahip olmak belirli seviyede bir yeteneğe ve birikime sahip olmayı gerektiriyordu. Türklerin devrimler yapan bir millet olmasının altında işte bu Türklerin bu dinamizmi vardır. Doğu Perinçek, bir başka yazısında bunu daha ayrıntılı bir şekilde açıklıyor:

“Atlı Çoban kültürü tarla tarımından farklı olarak çok geniş alanların denetim altına alınmasını gerektiriyordu. Türklerin devlet ve ordu kuruculuğunun kökleri bu ekonomik kuruluşa dayanır. Atlı çobanlar, örgütlenme ve savaş yetenekleri sayesinde Mezopotamya, Hint ve Çin’in verimli ırmak boylarındaki zenginliklere hükmederek devletler kurdular”.[6]

Türklerin tarih boyunca geniş alanlara yayılması ve farklı coğrafyalarda yaşayan halkları denetim altına alması Batılıların iddia ettiği gibi ilkel bir örgütlenme düzeyine ve kültüre sahip olmalarından kaynaklanmıyor. Türklerin sahip olduğu toplumsal ve ekonomik temel Türkleri farklı coğrafyalara yayılmaya zorluyor. Geniş bir coğrafyaya hakim olmanız basit bir askeri hakimiyetle sınırlı değil. Ticaret ve ulaşım yollarını da denetim altına almak, haberleşmeyi sağlamak zorundasınız.

Doğu Perinçek, MÖ 1000’lerden MS 1000’lere kadar olan süreci Türklerin uygarlık devriminde önemli bir dönüm noktası olarak görüyor. Yani sınıflı devletin ortaya çıkması bu iki bin yıl içinde aşama aşama gerçekleşiyor. Batımerkezci tarihçiler ise bu iki bin yıllık süre zarfında tarih sahnesine çıkan Türk devletlerinin uygarlığa doğru gelişimini, sınıfsallıktan soyutlanmış tarih dışı bir “barbarlık” kavramı ile açıklamaya çalışıyor. Türklerin sosyal ve ekonomik bir örgütlenme biçiminin ifadesi olan atlı çoban kültürü hatalı bir şekilde “barbarlık” olarak adlandırılıyor. O yüzden bu iki bin yılın tarihi yakıp yıkmanın tarihi değil inşa etmenin tarihidir.

Batımerkezci tarihçilerin barbarlık kavramı tarihsel materyalist bir gerçekliğe değil, Batı ve Batılı olmayanlar arasındaki kültürel bir ayrıma dayanıyor. Batılı değilseniz bir şekilde barbar, ilkel veya gelişmemiş olarak etiketleniyorsunuz. Kırıkkanat gibi kişilerin tarihi maddi bir temele dayanmadan okumaya çalışması Batımerkezci olmalarından kaynaklanıyor. Bu durum tarihe dışarıdan bakmalarına neden oluyor.

Tarihe dışarıdan bakanlar tarihin dışında kalıyor ve tarih yapan bir özne olamıyor. Asya uygarlığı yeniden yükselirken tarihin dışında kalanlar “nesne” haline geldikleri için bu yüzden Türk tarihini hedef alıyor.

Herkese iyi bayramlar dilerim. Hepinizin Kurban Bayramı kutlu olsun.

[1]https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-g-kirikkanat/digidik-digidik-uygarlik-1853450

[2] Örneğin Christopher Kelly’nin “Attila the Hun: Barbarian Terror and the Fall of the Roman Empire” adlı kitabı.

[3]https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-39361771. Araştırmanın İngilizcesini okumak için bakınız, https://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0173079.

[4] Ahmet Yılmaz, Attila'nın Siyasi Hayatı, Şahsiyeti ve Karakteri, s. 145-146.

[5] Doğu Perinçek, Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet - Sivil Toplumculuğun Eleştirisi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2009.

[6] Doğu Perinçek, Müslüman olan Türkler ayakta kaldı ve devrim yaptı, Aydınlık. https://www.aydinlik.com.tr/musluman-olan-turkler-ayakta-kaldi-ve-devrim-yapti-205425-1#1