Avrupa Hunları ve Attila hakkındaki safsatalara karşı 8 tarihi bilgi

Emre Şenbabaoğlu

Emre Şenbabaoğlu

Köşe Yazısı

Daha önceki yazımda Mine Kırıkkanat’ın Cumhuriyet gazetesinde Avrupa Hunları ve Attila hakkında yazdığı bir yazıdan bahsetmiştim. Bu yazıda kısaca Avrupa Hunlarının bir mafya imparatorluğu olduğu ve Attila’nın bir mafya lideri olduğu söyleniyor. Kırıkkanat’ın Cumhuriyet’teki bu yazısı sadece anakronizm hatası, bilgi eksikliği veya cehaletle açıklanamaz.

Anakronizm bir tarih yanılgısıdır, tarihi olayları veya olguları bunların çıktığı dönemin koşullarını göz önüne almadan yorumlama çabası sonucu ortaya çıkar. Orta Çağ’daki bir ülkenin liderine “mafya”, “harami”, “çapulcu” ya da “barbar” demek ve bu ülkeyi bir mafya imparatorluğu olarak nitelemek ise bilimsel bir tespit ya da tanımlama değil. Çağdaş toplumda ortaya çıkan “mafya” kanunlara ve devlet otoritesine aykırı hareket eden ve belli bir hiyerarşiye sahip bir örgütün üyesidir. Günümüzdeki mafya örgütleri insan ve uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, adam kaçırma, fidyecilik, gasp ve haraç alma işleri ile uğraşır. Elbette Orta Çağ’da günümüz mafyasının işlerini yapan mafya örgütlerine benzer örgütler vardı, ancak askeri, idari ve ekonomik açıdan örgütlenmiş, devletleşme aşamasında olan ve stratejik bir akılla hareket eden Avrupa Hunları’nı yasadışı bir örgütmüş gibi göstermek iyi niyetli bir tarih okuması olmuyor. Tarihe böyle baktığınızda tarihi anlamış ya da yorumlamış olmuyorsunuz.

Mesele “barbar”, “vahşi” ve “acımasız” gibi öznel kavramlarla tarihi açıklamaya çalışmanın da ötesinde Avrupa/Batımerkezci ideolojinin tarih kurgusu ve anlatısı ile yakından ilişkili. Batıcı Türk aydını kendi tarihini Avrupamerkezci ideolojinin kurguladığı dünya tarihi sınırları içerisinde anlamlandırmaya çalışıyor. Onlara göre, Batılı olmayanların anlattığı tarih yakıp yıkmanın tarihi olarak görülüyor ve kahramanlık anlatısının ötesine geçemiyor ve o yüzden Türklerin anlattığı tarihe de güvenilmez olarak bakıyor. Batıcı Türk aydını o yüzden tarihi Batının gözünden okumaya çalışıyor. Bunu yaparken Avrupamerkezci ideolojinin kapitalizmin ortaya çıkış sürecinde nasıl bir işlev gördüğünü anlayamıyor.

Avrupamerkezci ideoloji Rönesans’a kadar ortaya çıkmamıştı ve o zamana kadar Batı’nın Doğu’dan üstün olduğuna dair sistemli bir düşünce yapısı yoktu. Her ne kadar Antik Yunan ve Roma kendilerini “uygar”, kendilerinden olmayan ötekileri “barbar” olarak adlandırmış olsa da, bu bakış açısı belli bir ideolojinin bir parçası değildi. Avrupamerkezcilik Rönesans sonrasında gelişmekte olan kapitalizmin erken aşamalarında filizlendi ve 19. yüzyılda yaygın hale geldi. Kapitalizmin gelişmesi aynı zamanda eşit olmayan bir gelişmeyi de beraberinde getirmiş ve bu eşit olmayan gelişim dünyayı gelişmiş “merkez” ve gelişmemiş “çevre” olarak ikiye bölmüştü.

Marksist düşünür Samir Amin’in Avrupamerkezcilik kitabında belirttiği gibi, Avrupalılar kapitalizmi kurduklarının farkında değildi ve geri kalmış çevreye karşı kurdukları üstünlüklerini “Avrupalı” ve “Hıristiyan” olmalarına ya da yanlış bir şekilde köklerinin Antik Yunan’a uzanmasına bağladılar.[1] Kapitalizm olgunlaştığında Avrupamerkezcilik de olgunlaşmıştı. Avrupamerkezcilik kapitalizmin yarattığı merkez-çevre kutuplaşmasının ortaya çıkışını maddi bir temele dayanarak açıklamak yerine tarihötesi bir Batı-Doğu karşıtlığına dayanarak açıklamaya çalıştı. Buna göre kapitalizmin ortaya çıkışı Avrupalıların üstün bir kültüre sahip olmasından kaynaklanıyordu. Batılı olmayan toplumlarda kapitalizmin ortaya çıkmamış olması ise onların kültürel ve toplumsal açıdan Batı’ya göre geri kalmış olması ile alakalıydı. İşte Avrupamerkezci dünya tarihi bu dönemde kurgulanmaya başladı. Batı dünyası uygarlığı, Doğu dünyası ise “barbarlık” ve “azgelişmişliği” temsil ediyordu. Kapitalizmin yaratmış olduğu bu yapay Batı-Doğu karşıtlığı günümüze kadar geldi.

Emperyalizm çağında Avrupamerkezcilik hala etkili durumda. Avrupamerkezci bakış açısı hukuk, tarih, siyaset biliminde ve diğer sosyal bilimlerde ağırlığını koruyor. Günümüzde Batılı olmayan ve emperyalizme direnen toplumlarda yaşanan tarihi ve siyasi tartışmalarda toplumların genellikle ikiye bölündüğünü görüyoruz. Bir tarafta Avrupamerkezci ideolojinin sözcüsü olan “Batıcı” aydınlar ve onun etkisi altında olanlar var, diğer tarafta ise bu ideolojiye direnen “yerel” aydınlar ve halk var. Bu kutuplaşma Türkiye’de küreselleşmeciler ve milliciler olarak ifade ediliyor.

Küreselleşmeciler Batı’dan gelen her şeyi iyi ya da kötü olduğuna ve halkın ne düşündüğüne bakmaksızın olduğu gibi kabul ediyor. Milliciler ise Türk toplumuna giydirilmek istenen tek tip bir deli gömleğine karşı çıkıyor ve dünyanın ezelden beri var olan bir Batı-Doğu karşıtlığı ile okunamayacağını anlatmaya çalışıyor. İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında bu kutuplaşmayı çok açık bir şekilde gördük.

Tekrar Avrupa Hunları’na ve Attila’ya dönelim. Kırıkkanat’ın Cumhuriyet’te yazdığı yazıya Cumhuriyetçi ve Atatürkçü olduğunu iddia eden kesimden çok tepki gelmedi. Milliyetçi kesim ise Attila’nın efsanevi kişiliği bağlamında tepkiler verdi. Bazı kişiler de bu yazıyı yazara ve Cumhuriyet’e yakıştıramadı. Cumhuriyet’in Yunus Nadi ve İlhan Selçuk mirasından kopmuş liberal ve Batıcı yayın çizgisine baktığımızda bu tür yazıların Cumhuriyet’e çok yakıştığını söyleyebiliriz. Ayrıca Cumhuriyet’e bir teşekkür borçluyuz. İyi ki bu tür yazılara yer veriyorlar. Hem muhalif olduğunu iddia eden bir basın kuruluşunda çalışan bir yazarın seviyesini görmüş oluyoruz hem de tarih bilgilerimizi yeniden gözden geçiriyoruz.

AVRASYA’NIN İLK HÜKÜMDARI: ATTİLÂ VE HUNLAR

Bilim ve Ütopya Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Emrah Maraşo, Twitter’da attığı bir tweette Avrupa Hunları ve Attila konusundaki safsatalara karşı Bilim ve Ütopya’nın Ekim 2017 sayısını okumamız gerektiğini söyledi. Bu sayıda tarihçi Dr. Ali Ahmetbeyoğlu ile yapılan “Avrasya’nın ilk hükümdarı: Attilâ ve Hunlar” başlıklı bir söyleşi var. Konunun uzmanı olan Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hunları ve Attila dönemiyle ilgili çoğu kişinin bilmediği bilgiler veriyor. Söyleşiyi okurken büyük bir keyif aldım. Söyleşideki bu bilgileri 8 başlık altında topladım. İşte Avrupa Hunları ve Attila hakkında herkesin bilmesi gereken bilgiler:

1) Avrupa Hunları Asya Hunlarının devamı olması :

Bu konuda Ahmetbeyoğlu şöyle diyor:

“Avrupa Hunlarında hükümdar ailesinin aidiyetine ve kökenine bakıldığı zaman bu net olarak görülmektedir. Ayrıca bugünkü ana hatlarıyla Pannonia (Macaristan) bölgesinden Çin Seddi’ne kadar olan geniş coğrafyada -ki burası Hun arkeoloji coğrafyasıdır-Macaristan’da bulunan bir buluntunun kökeni bizi Asya Hunlarının coğrafi merkezine kadar götürmektedir; sanat, üslup, tarz vs. incelemesinde.

Ayrıca batı ve doğu kaynaklarının, özellikle Çin ve Latin kaynaklarının az sayıda bilgilerinin mukayesesi de Avrupa Hunlarını Asya Hunlarına bağlamıştır. Şöyle ki, 350 yıllarına bakıldığında olaylar anlatılırken Hunların Alanları mağlup etmesi meselesi önemlidir. Burada Çin kaynakları Alanları mağlup edenin Asya Hunları olan Hiung-nular olduğunu kaydeder. Batı Romalı Marcellinus ise olayları Hunlar etrafına kurarak Hunların Alanları mağlup ettiğini söyler ve Alanların Hunların önünden kaçtığını anlatır. Bu ve Hunların sahip olduğu bilinen az sayıda ismin kökeni gibi unsurlar üst üste konulduğu zaman Avrupa Hunları Asya Hunlarına götürülür .”[2]

2) Hunların devlet disiplini içinde planlı ve programlı bir şekilde batıya göç etmesi:

220’li yıllardan sonra Kuzey Hun Devleti çöktüğü için Orta Asya’da siyasi birlik zayıflamıştır. Ekonomik sıkıntılar, iç mücadeleler, iklim koşulları yüzünden Hunların bir kısmı Kazakistan üzerinden batıya doğru göçmüştür. Ahmetbeyoğlu açıklıyor:

“Hunların batıya göçü hareketli bir devlet disiplini içerisinde olmuştur. Macera arayan bir göç hareketi değil, planlı programlı ve çeşitli boyların katıldığı bir göç hareketidir. Hun sülalesi, Hun boyu, nasıl adlandırırsak adlandıralım, bu göçün sevk ve idaresinde bir devlet disiplini uygulamışlardır. Kaynaklardan ve sınırlı sayıda bilgilerden anladığımız kadarıyla Kazakistan bozkırlarında gidecekleri güzergâh ve yerler hakkında ciddi malumat elde etmişlerdir.”[3]

3) Hunların mali, idari ve askeri yapılanmaları:

Asya Hunları ve Göktürkler’deki mali, idari ve askeri yapılanmanın aynısıdır. Ahmetbeyoğlu bu konuda şunları söylüyor:

“Kut verildiğine inanılan hükümdarların otoritesinde merkezi bir yapı ve hükümdar ailesinden doğu ve batı eligi vardır. Bumin ve İstemi Kağanlar gibi… Merkeze doğru yayılan bölge idareciliği görülmektedir. Göktürklerdeki gibi vergileri toplayan görevliler vardır, ancak bu görevlilere ne ad verilir, kayıtlarda yoktur. Göktürklerdeki ve Asya Hunlarındaki yapının aynısı olduğu anlaşılmakta.

Mesela ilerleme kanadı batıdır, batı kanadı eligi vardır, batı kanadı daha önemlidir. Mesela Uldız, sanılanın aksine hükümdar değil, hükümdar ailesinden Hunların “batı eligi”, sorumlusu diye adlandırılır.

Bunun yanında idari yapıda Attilâ’nın amcası Rua’dan bu yana dış politikada müthiş bir diplomasi yeteneği ve birikimi görürüz. Bunlar hükümdar ailesinden midir, değil midir, cevap verecek konumda değiliz. Bu bürokratlar elçi olarak gönderilir, çeviriler yapan tercümanların varlığı bilinmektedir. Şimdi Hunlarda yazı ve alfabe olmadığı söylenir. Ancak kaynaklar Roma imparatorunun mektubunun Hundiline çevrildiğini söyler .”[4]

4) Hun ekonomisi:

Ahmetbeyoğlu, Hunlarda tarım ve ticaret olduğunu söylüyor:

“Hunlarda tarım var mıdır, vardır; ticaret var mıdır, vardır. Zaten toplulukların birinci sınıf vatandaş olarak yaşaması ülkelerin tarımla uğraşmasını gerektirir. Kendileri tarımla uğraşmamıştır ancak Hun ülkesinde tarım yapılmıştır.

Ticaret! Genişleme stratejilerine baktığınızda fetihlerin amacı sadece toprak kazanmak değil ticaret yollarına da sahip olmaktır.

Bütün anlaşmalarda serbest ticaret bölgesi var. Ürettiğini pazara getirmek ve ihtiyacı olanı almak için bu pazara ihtiyaç var. Pazardan kastımız, pasaport benzeri belgelerle kimin ticaret yapacağının belli olduğu, açılış kapanış saatlerinin belli olduğu vs. bir nevi narh sistemini andıran bir sistemdir. Uluslararası bir pazar özelliği taşır. Buralarda sadece Hunlar ticaret yapmaz. Aynı zamanda burada yapılan ticaretten Hunlar ciddi gelir elde eder. Daha sonra daha aktif ortaya çıkacak olan İstanbul ve Belgrad gibi ticaret bölgelerini hem İtil bölgesine hem de Orta Asya’ya bağlayan ticaret yolları hep Hunların elindedir ”.[5]

Kırıkkanat’ın yazısını okuyan ortalama biri ise Attila’nın ve çevresindeki kişilerin yüzlerinde maskelerle yol kesip kervan basan, tüccarlara saldıran eşkıyalar olduğunu düşünebilir. Oysa tarım yapan, ticaret ile uğraşan bir Hun toplumu olduğunu, uluslararası bir pazarda Hunlar ve başka kavimlerden insanların ticaret yaptığını, Hunların ticaret yollarını elinde tuttuğunu öğreniyoruz. O dönemin koşullarına göre değerlendirildiğinde ticaretin ileri bir noktada olduğunu görüyoruz.

5) Bilimsel bilgiye ve silah teknolojisine sahip olan Hunlar:

Ahmetbeyoğlu bu konuda şunları diyor:

“Bir kere Hunlar silah alan değil üreten bir toplumdur. Üretim yapılıyorsa bilimsel bilgi de var demektir. Bilimsel bilgi kendilerine ait bir teknoloji üretimini ortaya koymaktadır. Silahla birlikte kendine, savaşa göre değişen, kendi eserleri olan stratejileri vardır. En önemlisi de, çok iyi bindikleri atlara ellerindeki teknolojiyi uyarlayabildikleri at koşum takımları vardır. Onları savaşta rakibe göre çok üstün kılan müthiş bir manevra ve hız kabiliyeti veriyor bu koşum takımları. Oku ve mızrağı Alanlar da kullanıyor, Romalılar da kullanıyor. Bugün füzeyi biz de kullanıyoruz Amerika da kullanıyor. Ama önemli olan menzil ve onun teknolojisidir. Hun teknolojisi belli bir süre daha üstündür.

Bizde zannederler ki Anadolu’da bir kasabaya gittiğinizde bir pasajda silah yapan esnaf vardır. Savaş silahları dediğimizde ayrı bir teknoloji ve üretim yapısı akla gelir. Hun toplumunda bana göre çok iyi bir matematik bilgisi vardı. Siz bir okun menzilini 2 metre artırdığınız zaman savaşın kaderini değiştirirsiniz. Bunu göz kararı yapamazsınız; hesap kitap vardır. Silahı yapan kadar ona teknolojik bir özellik katan, mühendis gibi yetişmiş insan birikimi de vardır. Zaten Asya Hunlarından itibaren spor dediğimiz iş festivallerden ibaret değildir. Bu organizasyonlar birer okuldur, ata binme, kılıç kullanma, yay germe, ok fırlatma… Herkes savaşabilecek askerdir ama herkes savaşa gitmez. Batı kaynakları Hunlar, çocuklara ayakları üzerinde durmaya başladığı andan itibaren koyun üzerinde biniş dersleri verirler der. Bu aslında biniş eğitiminin yanında çocuğun yeteneğini keşfetmeye ve onun ilerde sahibi olacağı mesleği seçmesine yardımcı olan bir uygulamadır.

Bugün batıda ne tartışılır okul haricinde, hayatın içinde eğitim! Bunu Hunlar çok iyi uygulamışlardır. Onun için askeristratejilerinde silahın çok önemi vardır. Hızı engelleyecek ağır teknoloji değil, hızı sürekli arttıracak hafif bir teknoloji vardır. At ve ok o yüzden batı kaynaklarında çok göze batmaktadır. Önemli bir nokta da at ile hemhal olma meselesidir. Hunların başarısında coğrafyaya uyum sağlamak ve at ile hemhal olmak ayırt edici özelliklerdir. Hunlar atı hayatın bir parçası, evin bir ferdi gibi kabul eder .”[6]

6) Attila’nın Bleda’yı öldürdüğüne dair bir kanıt olmaması:

Ahmetbeyoğlu anlatıyor:

“Bir başka nokta [Attila] Bleda’yı öldürdü mü öldürmedi mi? Priskos ikisini de anlatır. Tahta kaplarda yemek yiyecek kadar askerî ve mütevazi, elçiler geldiğinde altın kaplarda yemekler sunacak kadar devletin bütün ihtişamını yansıtan bir hükümdar. Ama kendisi askeri ile aynı ölçüde yiyor. Hayatında hiç gülmez, bir tek küçük oğlu İrnek huzuruna çıktığında gülümserdi. Çünkü falcılar Attilâ’ya ölümünden sonra devletin dağılacağını soyun da İrnek’ten devam edeceğini söylemişlerdi.

Bleda’yı ise huzurunda soytarıların eğlenceler düzenlediği bir profil olarak anlatır. Öldürdüğünü haklı çıkaracak hiçbir nokta yok. Şimdi ordu Attilâ’nın denetiminde, olaylar hep Attilâ’nın etrafında dönüyor. 444 yılına kadar niye beklesin. Priskos anlatır, onun ülkesine geldiği zaman bir yere gider. Bölgenin idarecisi Bleda’nın dul eşidir. Elçileri karşılar, ağırlar ve Attilâ’nın huzuruna oradan giderler. Şimdi kardeşinizi öldüreceksiniz ve devlet idaresinde önemli bir bölgenin başına onun eşini atayacaksınız ve o eş de yabancı elçileri karşılayacak ve ağırlayacak. Bu pek mantıklı değil. Attilâ’nın Bleda’yı öldürdüğünü kanıtlayacak hiçbir kanıt yok ”.[7]

7) Hunların stratejik akla sahip olması:

“Hun devletinin temel politikası, daha güçlenmeye başladığı dönemde atılıyor. Modern zamanlarda Türkçe ana hakimiyet mefkuresi olarak adlandırılıyor. Ulduz’un müthiş bir ifadesi vardır: Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün topraklara hâkim olmak. Devletin yönelimi ve en nihai amacı budur. Güneşin doğduğu yerde Çin, battığı yerde Roma vardır. Bu yalnızca askeri bir hedef değil, büyük ekonomik kaynaklara hükmetme hedefidir. Ama hayalci değillerdir, biz bir uçtan başlayalım diğer uca kadar her yeri fethedelim gibi bir anlayış yoktur. Bu hedefi adım adım gerçekleştirmeye yönelik adımlar atılır. Önce Doğu ve Batı Roma’ya yöneliyorlar, aslında fethetmek için yönelecekleri bir ağırlık noktası belirliyorlar. Doğu’da Sasaniler var ve çok güçlüler, batıda ise ikiye ayrılmış ve zayıflayan bir Roma var. Ancak yöneldikleri batıda Romalılarla karşılaşmadan önce problem olabilecek, Sarmatyalılar, Alanlar, Gotlar, Felemenkler, Burgundiler gibi kabileleri hakimiyetleri altına alıyor. Batı Roma ve Doğu Roma arasında engel teşkil edecek kim varsa onları egemenliği altına alıyor. Sonra Batı ve Doğu arasında bir tercih yapıyor. Doğu Roma daha zayıf, surlar anlamında olmasa da ekonomik ve askerî açıdan, Hristiyanlıkla beraber dini meselelerde de sorun yaşıyor. Batı ise kadim Roma’nın devamı. Kendine Doğu’yu ilk hedef olarak seçiyor. Rua döneminden itibaren Doğu Roma’ya ekonomik, askeri baskı uyguluyorlar. Batı Roma’yla da müttefik ilişkisi kuruyor, iç işlerine müdahale ediyor ve bu sırada da coğrafyayı ve devletin sorunlarını keşfediyor. Bugün Ortadoğu’da askeri strateji açısından ne var ise o zaman da aynısı var (ideolojik ve zihniyet olarak demiyorum). Ne zaman başı sıkışsa Galya bölgesiyle ilgili, onlara asker gönderiyor. Yani iki Roma’yı aynı anda karşısına almıyor.

Doğu Roma’yı Margus barışı, 1. ve 2. Balkan seferleriyle siyasi, askeri, ekonomik olarak abluka altına alıyor. Şimdi bunlar kardeş ve batıdan gelecek bütün yolları denetim altına alıyor. Böylece Batı Roma yardıma gelmeye kalksa Hunlarla savaşacak ve Batı Roma Hunlarla savaşmayı göze alacak konumda değil.

Doğu Roma konusunda meseleyi İstanbul açısından ele alabilirim. Büyükçekmece’ye kadar geliyor. İstese İstanbul’u abluka alına alır, girebilir giremez ayrı mesele, böyle bir devlet felsefesi yok. Asya Hunları nasıl Çin’e girmek istemediyse Avrupa Hunları da İstanbul’a girmek istemiyor .”[8]

8) Avrupa Hunlarında yazı olmama ihtimali yoktu:

Son olarak Ahmetbeyoğlu yazı konusunda görüşlerini bildiriyor: “En çok üzerinde durulan nokta yazı meselesi, var desek ortaya koyun diyorlar, yok desek yazının olmadığı yerde böyle bir medeniyet olamaz. Ben şuna bağlıyorum, çoğunlukla tarihin öznesi olduğumuz ve karşı taraftakiler de nesnesi olduğu için kendimizden bahsetmeye ihtiyaç duymuyoruz. Tarihi kayda alanlar da hep karşımızdakiler. Bir de coğrafya çok hareketli ve çalkantılı. Birçok uygarlık daha öncekilerden kalanları ne yaptı belli değil. İkinci bir nokta biz kendi ana coğrafyalarımızda kendi arkeolojik çalışmalarımızı yapamamışız. Bizim bilim insanlarımız yapmış olsaydı neler ortaya çıkardı bilemiyoruz. En ücra köşelerde bile iz bırakan bir uygarlık yazı olmadan nasıl bunu yapabilir. Sadece Roma İmparatorlarının mektupları Hunca’ya çevrilmiyor, Attilâ’nın mektupları da imparatora tercüme ediliyor. Ayrıca kaynaklar hep Attilâ’nın kâtiplerinden bahseder. Katipler ne iş yapar? Attilâ döneminde görürsünüz, etrafı çitlerle sanat eserleriyle çevrili yapılardan bahseder. Yazının olmaması mümkün değildir ama somut kaynak yok. Hunların yayıldığı coğrafyayı bir düşünün, mümkün mü? Gotları okuma yazma bilmeyen cahil insanlarla yönetebilir misiniz? Teknolojik alet üretiyorsunuz, ticaret yapıyorsunuz, yazı olmadan nasıl yapacaksınız. Elçilik heyetleriniz var tercümanlardan bahsediyor kaynaklar, müessese olarak tercüman var. Kendini boyla ifade ediyor Türkler ve bütün boylar aynı dili konuşuyor. Orhun Abideleri gibi bir tarih felsefesi gibi metinleri ortaya koymak için dil çok önemlidir. Hun coğrafyasında Hunlara ait olsun olmasın bulunan buluntular şehirli bir uygarlığın bu mirası bıraktığını gösteriyor. Bizim aydınlarımız tarihte şehirli medeniyetten beslenen insanlar .”[9]

Avrupa Hunları hakkındaki bu söyleşi Avrupa Hunları hakkında birçok safsatayı çürütüyor. Bilim ve Ütopya’nın Ekim 2017 sayısında yer alan bu söyleşiyi ayrıntılı bir şekilde okumanızı öneririm. Ahmetbeyoğlu’nun bu söyleşisini okuduktan sonra Türk tarihi hakkında birçok kitap yazdığını öğrendim. “Atlı Şehirliler: Buluntular ve Kalemin Dilinden Avrupa'da Hun Kültürü”, “Atilla'nın Sarayı'nda Bir Romalı: Grek Seyyahı Priskos'a Göre Avrupa Hunları”, “Altaylardan Kafkaslara Türk Devletleri”, “Sorularla Eski Türk Tarihi” ve “Avrupa Hunları” bu kitaplardan bazıları. Bu kitapların İslamiyet öncesi Türk tarihini anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Türk tarihine cahilce saldıranlara karşı en büyük gücümüz bilgi. Türk tarihine sahip çıkmak Türk uygarlık birikimine sahip çıkmaktır. Türklerin uygarlık birikimini öğrenmek Asya Çağı’na girdiğimiz koşullarda bize manevi olarak güç veriyor, barış içinde bir arada yaşama ve üreten bir ülke olma irademizi sağlamlaştırıyor. Batı Asya’daki direncimizi bu tarihi birikimimize borçluyuz.

[1] Samir Amin, Eurocentrism: Modernity, Religion, and Democracy: A Critique of Eurocentrism and Culturalism. Monthly Review Press, New York: 2009, s.154.

[2] Ali Ahmetbeyoğlu, “Avrasya’nın ilk hükümdarı: Attilâ ve Hunlar”, Bilim ve Ütopya, sayı: 280, Ekim 2017, s. 9-18.

[3] Agk.

[4] Agk.

[5] Agk.

[6] Agk.

[7] Agk.

[8] Agk.

[9] Agk.