Deli Yılmaz

Kadim Ülker

Kadim Ülker

Köşe Yazısı

Beni görünce“arkadaşımın oğlu merhaba.” dedi. Yanına vardım, biraz hal hatırdan sonra anlatmaya başladı. Yılmaz ağabey “her gün geliyorum buraya” diyor. Burada hem spor yaptığını hem de yüzme havuzunun sıcak olduğunu anlatıyor. “Evde hanım beklemiyor ya” diyor. Eşini yıllar önce kaybetmiş. Emekli. Emekli maaşını kontrollü harcaması gerektiğini hatırlattıktan sonra “maaşımla elektirik ve ısınma parasını karşılayamıyorum, biraz da bunun için buralardayım” derken neden her gün yüzme havuzunda olduğunu anlatıyor

“Ben şu Avusturya’da tek Türk’üm, kimse benim gibi değil.” diyor. Nedenini sorduğumda bisiklet sürdüğünü, fitnes centere gittiğini ve yüzdüğünü anlatıyor. Avusturya’ya Yozgat’ın Yerköy kasabasına bağlı bir köyünden 16 yaşında gelmiş. Aslında Avusturya’ya Almanya’dan gelmiş. İki yıl kadar Almanya’da kalmış. Oradan yurtdışı etmişler. Nedeni de kavgaymış. Gülerek “Sen de bilirsin ya, eskiden böyle değildi, suç işleyeni atıyorlardı,” sözleri dökülüyor dudakları arasından. “Hem suç işleyeni yurt dışı ediyorlar, hem de her sene yeniden oturma ve çalışma izni alınıyordu, o da çalıştığımız işletmelerde belimizi büküyordu, şimdi öylemi ya?” diye ekliyor.

Yılmaz ağabey haklı. İşverenler Avusturya’ya gelen ilk kuşak işçiler kendilerinden ayrılıp da başka bir işletmede veya işçi ücretlerinin daha yüksek olduğu Almanya gibi daha batı ülkelerine gitmemeleri için onların pasaportlarını alıp kasalarında saklıyorlardı. Bir işletmenin 1963 yılında Sanayiciler Odası’na yazmış olduğu bir şikayet yazısı beni oldukça şaşırtmıştı. Yazıda işletme sahibi daha fazla ücretle çalışmak için kendilerini bırakıp başka bir sektörde daha fazla ücretle çalışmak isteyen Türk işçisi şikayet ediliyordu. İşveren, Viyana Sanayiciler Odası’na Türk işçisinin çalışma izninin iptal edilmesini, onun böylece Avusturya’da çalışma şansı olmamasını ve Türkiye’ye geri dönmekten başka şansının kalmamasını istemekteydi.

Sohbetimizin devamında “buna rağmen biz daha iyiydik, arkadaş olarak birbirimize çok bağlı ve güvenirdik, ayrıca çok da para kazandık.” diyerek geçmişi anıyor ve arıyor. Avusturya’dan Türkiye’ye gittiğinde kendisine değer verildiğini anlattıktan sonra “şimdi yurtdışında çalışana ne selam veriyorlar ne de kız” diyor.

Neden kendisinin tek Türk olduğunu sorduğumda, bana yaptığı şeyleri anlatıyor. Emekliliğin tadını çıkarmaya çalıştığını anlatan baba dostu, bisiklete bindiğini özellikle vurguluyor. Bisiklet tutkusunu daha önceden biliyordum. Bir defasında bisiklet elbisesi giymiş kan ter içinde büroma kadar gelmişti. “Yaptığım şeylerden dolayı bana ‘Deli Yılmaz’ derler” diye sözlerine devam ediyor. Viyana’dan Türkiye’ye bisiklet ile gitmiş, onu anlatıyor ve bir daha gitmenin hayalini kuruyor. “Bisikletimi gören, benim bisiklet ile Ankara’ya kadar gittiğimi bilenler benim deli olduğumu düşüyor ve bana da deli diyorlar” diye anlatıyor. Bisikletin tekerlerini özel ısmarlıyormuş, onlar için “motosiklet tekeri gibi” diyerek abartıyor.

Her gün iki farklı yüzme havuzuna gidiyormuş. Öğleden sonra Viyana’nın başka bir mahallesindeki yüzme havuzunda bulunuyormuş, “yoksa bana küserler” dedikten sonra akşam da bizim mahalledeki yüzme havuzuna geliyormuş. Yıllık kart çıkarttırmış. “Kahvelere gitsem, sigara dumanı, insanlar falan pek çekilmez oldular” diyor. Çocuklarını anlatıyor, onların bile kendisi gibi olmadığını, yeni kuşağı eski kuşakla kıyaslarken çocuklarını örnek veriyor. Küçümseyerek “Birisi tekstil ticareti ile uğraşıyor, diğeri ise hiç bir işe yaramıyor” diyor. “İkincisi o kadar kötü ki, parası yok, pulu yok, ekmeği bile yok, bir defasında ‘al şunu şuraya götür’ demişler de sonra polis yakalamış, hapse atmışlar” diye anlatırken, anlattığı kişinin oğlu değil de başka biriymiş gibi konuşuyor.

Eskileri anlatmasını istiyorum. “Çok çalışkandık, firmalar bizi çok kullandılar” dedikten sonra, yasaların kendilerini işverenlere bağımlı kılmasına dikkat çekiyor. “İşverenler her sene yabancı işçiyi çalıştırmak için yetkili merciden izin belgesi alırdı ve biz de o belge ile oturma iznine başvururduk diye anlatıyor. Çalışma izni belirli bir işletmeye verildiği için işçinin o firmada kalması zorunlu olurdu. Böylece sürekli aynı işverende çalışıyor ve ne istenirse onu yapıyorduk diyor babamın arkadaşı. “Zaten oturma izni de çalışma iznine bağlıydı, biri olmazsa diğeri düzenlenmezdi” diye anlatırken, tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar sorusunu sormayı da ihmal etmiyor. Ancak sekiz yıl çalıştıktan sonra iş piyasasında serbest hareket etme hakları oluyordu. “Bunları sen benden daha iyi biliyorsun, sana neyi anlatıyorum ki?” dedikten sonra “işşizlik parası da alamıyorduk, senin gibiler yetişti de o yolu hepimize açtınız” sözleriyle bana iltifat ediyor. Özellikle işsiz kalan inşaat işçileri işsizlik parası alıp da devlete yük olmasınlar diye, kendilerine “Türkiye’ye izne gidin” deniliyordu. Geri dönünce de inşaat mevsimi açılmış oluyordu. Kendi ücretlerinden kesilen işsizlik sigorta primi ile finanse edilen işsizlik ödentisinden faydalandırılmıyor ve böylece de devlete “yük olmuyorlardı”.

Babam ile bir anısını anlatmasını rica ediyorum. “Ayıp olur yahu” sözüne “neden ayıp olsun anlatırsan sevinirim” diyorum. Ancak bana “sen beysin, kariyer sahibi, saygı duyduğum birisin, olmaz” diyor. Israr ediyorum ve Viyana’da çok yaşlı hanımları mutlu ettiklerini söylüyorum. Gülüyor. 70 ve 80’li yıllarda Viyana’nın emekçi kesiminin eğlence merkezi Prater denilen bölgededir. Oralarda büyük lokanta ve içki içilen yerler vardı. Yemek, şarap ve bira eşliğinde dans edilirdi. Oralarda müzikli dans merkezleri vardır. Bu tür yerlerin hafta sonu demirbaşları arasında dans bilen Türkler de vardı. Deli Yılmaz ağabey “Baban ile çok gittik oralara; yaşlı, genç, yaşımıza göre olan kadınlarla çok dans ettik” dedikten sonra biraz da hüzünle karışık hinlik haliyle “Veli ağabey ile bir anımı anlatayım sana” diyor. Eskiden Türkler arasında Avusturyalı kadınlardan hediye almanın bir prestiji olduğunu dile getiriyor. Herkesin birbirine anlattığını gülerek anlatıyor. “Bir gün Veli ağabey beraber olduğu hanımlardan birisine ‘bana bir gömlek al’, hanım da ona ‘noel gelsin sana noel hediyesi olarak alayım’ demiş” Veli ağabey de ona o zaman ben de seni noel gelsin, noel’de seveyim, şimdi sevmiyorum demiş” sözlerinden sonra Deli Yılmaz ağabey gözlerini gözlerimden kaçırarak, biraz da utangaç kahkahalar atıyor. Yılmaz ağabeyi son kez bisiklet elbisesi içinde çok sevdiği kalın tekerlekli bisikleti ile mahallemizde yanımdan geçip gittiğinde görmüştüm, bir daha karşılaşmadım.

# makale # yazı # kadim ülker